29 Nisan 2020 Çarşamba

Karantina günlerinde hayatın içinden...


Karantina…

Eskiden sadece kelime haznemde basit bir kelimeyken, bugün içinde çok büyük bir anlam taşıdığını fark ettiğim bir kelime.

Kelimenin kökeni İtalyancaymış. Bulaşıcı hastalığa maruz kalan şüpheli durumdaki insan ve hayvanları, hastalığın en uzun kuluçka devresine eşit bir süre kimseyle temas ettirmemek suretiyle alınan önlemlerin tümü. Sağlık yalıtımı aslında.

24 Mart 2020 tarihinden beri ben de kendimi karantinaya aldım. Neden? Çünkü Covid-19 diye bir virüs dünyayı sardı. Korona dediler genel adına. Türkiye de bundan elbette etkilendi. E ülke etkilenince vatandaşlar da etkilendik doğal olarak ve hükümetimizce kendi karantinamızı oluşturmamız istendi bizlerden.

Bir yandan iş devam ederken, bir yandan da karantina nasıl oluşturulacaktı ki?
İş yerinde hemen acil durum eylem planları yapıldı. Sağlık açısından riski yüksek olan çalışanlar belirlendi. Yeni çalışma yöntemleri bulundu. Evden çalışma, yarı zamanlı çalışma, esnek çalışma gibi uygulamalar hayata geçirildi.

Ben de hem sağlık açısından riskli çalışanlar grubundan olmam hem de iş konusu olarak, iş yerinde devam ettirilmesi zorunluluğu bulunmayan bir konuda çalışmam sebebi ile evden çalışmaya geçtim. Ama çalışma arkadaşlarım ve ekibim benimle aynı dönemde evden çalışmaya başlamadılar. Dolayısıyla, bu süreç içerisinde kendimi çok rahatsız hissettim. Sanki davasında arkadaşlarını yarı yolda bırakan bir lider gibiydim. Neyse ki kısa süre içerisinde şirketimizin aldığı kararla evden çalışma yaygınlaştı ve tüm çalışma arkadaşlarım evden çalışacak şekilde eyleme geçti. Dolayısıyla şirkete gitme zorunlulukları ortadan kalktığı için çalışma arkadaşlarımın da sağlıklarını tehlikeye sokmak hissinden de kurtuldum, dava arkadaşlarını yarı yolda bırakan lider hissinden de.

Gelelim karantina günlerimize.

Şunu belirtmek isterim ki, evden çalışma sırasında sanırım vicdanımın da hassasiyeti sebebi ile daha yoğun bir çalışma temposuna girdim. Okumam gereken ama hep ertelediğim işle ilgili şeyleri okudum, daha yoğun çevrim içi toplantılara girdim. Çalışma alanlarımızdakinden daha yoğun bir şekilde toplantılar yapılmaya başlandı. Molalar bile verilmez oldu. Sanki evden çalışmak daha verimli.

Elbette bu durum yalnızca benim için geçerli. Neden mi? Evli ve çocuklu bir insan olmadığım için. Evim tamamen kendime ait. İş yapmamı engelleyen hiçbir unsur yok. Ama evliler ve özellikle küçük çocuğu olanlar için elbette durum farklı. Çocuklar, anne babaları evde olduğunda, hasret kaldıkları ilgiyi arıyorlar, çalışmayı engelleyici faaliyetler meydana gelmesine sebep oluyorlar. Dolayısıyla herkes benim kadar rahat evden çalışamayabilir.

Evet, tek başıma olduğum için her şey daha kolay gibi. Ancak, madalyonun bir de öteki yüzü var. Tek olmak güzel de ya hayatı, üzerinizdeki gerginliği, mutsuzluğu, endişeyi, huzursuzluğu kimseyle paylaşamamak. Anne ve babanızın, virüsten daha çok ve daha kötü şekilde etkilenen yaş grubunda olması sonucu, tüm ihtiyaçlarını tek başınıza karşılamak zorunda olmanız, onlar için de endişelenmeniz ve bu endişenizi kimseyle paylaşamamak.

Tek olmak genelde çok güzel. Ancak böyle zor zamanlarda yanınızda bir ses, sırtını dayayacak bir destek arıyor insan.

Burada da arkadaşlar devreye giriyor işte. Güzel insanlar biriktirmenin önemi ortaya çıkıyor. Dost dediğiniz insanlar. Bazen siz onlar için bir şey yapmaz olursunuz, aramaz sormaz ilgilenmez olursunuz. Belki de onların beklentilerini karşılamaz olursunuz. Ancak yine de size samimi bir merhaba demeleri, arayıp hâl hatır sormaları, sizin için ellerinden geleni yapmaları, dar gününüzde destek olmaları vazgeçilemez bir mutluluktur. Gönlünüzde yerleri olduğunu bilirler, ondan böyle destek olurlar.

Evet her şey bu kadar güzel gider ama karantina bitmez...

Maskelerinizi eldivenlerinizi takar kapalı ortamlarda alışveriş yapmaya gidersiniz. Maske nefesinizi daraltır, durum ise ruhunuzu. Elinizde alışveriş listesi olmasına rağmen alacaklarınızı unutursunuz, aceleden, panikten ne yapacağınızı bilmeden oradan oraya dolaşırsınız reyonlar arasından.

Sonra eksik de olsa aldıklarınızı evinize getirirsiniz. Asıl en büyük gerginlik de orada başlar. Aldıklarınızı dezenfekte etmeye girişirsiniz. Torbaya eliniz değer, ürüne eliniz değer ve her ne hikmetse tam o sırada burnunuz kaşınır, gözünüze bir şeyler olur. İstemsizce dokunursunuz bir yerinize. Giysinize değer poşet. Hele şu meyve sebze. Onlar dezenfekte de edilmez. Dışarıda saatlerce bekletirsiniz. Sonra dolaba koyarsınız. Dolaba koyarken de virüs orada beni bekleyecek şimdi gerginliği başlar.

Nereye kadar gidecek peki bu durum. Psikolojimiz nereye kadar dayanabilecek bu duruma. Şahsen, evde olmak beni pek de rahatsız etmiyor. Ancak zorunlu olarak evde olmak, arada sırada uygulanan sokağa çıkma yasağı, dışarısının ölüm taşıdığı dürtüsü, ailenizle, arkadaşlarınızla, işyerinizle olan iletişimsizlik, evde olma keyfini elbette yok ediyor.

Kendi isteğimizle evde kalabildiğimiz günler ne zaman gelecek?

Herkes gibi ben de yazılı ve görsel medyayı, sosyal paylaşım sitelerini takip ediyorum. Salgın ile ilgili haberler, yorumlar, polemikler, karalamalar, olumlu olumsuz her türlü şey ile karşılaşıyorum. Komplo teorilerine de çok uzak değilim. Her şey olabilir. Ancak, yine gelip dayandığım nokta şu, ne zaman bitecek bu iş?

Sayılı gün çabuk geçer derler ya, sayısı nedir bu sürecin, onun belli olmaması asıl yıpratıcı olan.

İşte ben de bu süreç içerisinde yıpranmamak adına, karantina günlerimin başında çok niyetlenmiş olsam da başaramadığım kitap okumaya, ancak karantinamın 25’inci gününde başlayabildim. Seçtiğim kitap ne kadar uygun bilemiyorum bu sürece ama yaşadığımız bu günlerin içinden bir kitap. Soner Yalçın’ın Kara Kutu isimli, sağlık/ilaç sektörü ile yüzleşme vakti olarak nitelendirdiği kitabı. Kitap, özetle küresel sermayenin sağlık sektörü üzerindeki oyunlarını anlatıyor. İlaç üretiminin küresel ticaretteki payı, kazananlar, tarihsel gelişim vb. birçok konu hakkında muhtelif kaynaklara ve yorumlara dayalı bir kitap.

Kitabı okurken, tam da bu süreç içerisinde hepimizin aklını kurcalayan Covid-19 virüsüne karşı ilaç, aşı veya her neyse adı ne zaman geliştirilecek, sorusuna kendimce bir cevap buldum. Sizinle de paylaşmak isterim. Ancak bu paylaşımdan önce adı geçen kitaptan bazı alıntılar yaparak, ilaç sektörünün büyüklüğü hakkında size biraz bilgi de vermek isterim.

Küresel ilaç şirketlerinden olan bazı şirketlerin 2017 yılı ciroları paylaşılmış kitapta. Ben de oradan alarak sizinle paylaşıyorum.

Amerikan Pfizer; 52,54 Milyar USD, İsviçreli Roche; 44,36 Milyar USD, Fransız Sanofi; 36,66 Milyar USD, Amerikan J&J 36,30 Milyar USD şeklinde uzayan bir listenin toplamında sektör büyüklüğü yaklaşık 1,1 Trilyon USD değerine ulaşıyor ki, unutmayın bu rakam 2017 yılına ait. Kıyas yapmak için kitapta, Türkiye’nin en büyük ilaç üretici olarak belirtilen Abdi İbrahim’in de cirosunu vermeden olmaz. 263,7 Milyon USD. Rakamları yorumlamayı artık sizin matematik bilginize bırakıyorum.

Bu arada ilgimi çeken başka bir bilgiyi de kitaptan alıntılayarak ayrıca vermek isterim. 2018 yılı şubat ayında Amazon, PillPack adlı ilaç şirketini almış. Tam 753 Milyon USD karşılığı.
Bir başka küresel teknoloji şirketi olan Microsoft’un sahibi Bill Gates’in de bildiğiniz gibi “Bill & Melinda Gates Vakfı” bulunuyor. 2000 yılında kurulmuş. Bill Gates ve Melinda Gates tarafından yönetilen ve sıtma, açlık gibi küresel sorunları çözmeyi amaçlayan kâr amacı gütmeyen bir vakıf olduğu basit bir çevrimiçi aramada karşınıza çıkacaktır. Bu vakfın amaçları doğrultusunda da Bill Gates’in Youtube’tan ulaşabileceğiniz TedEx konuşmalarından birinde, bizleri ne kadar güzel bir şekilde küresel salgınlar konusunda uyardığını görebiliriz.

İnsanın aklına bu aşamada bir başka soru daha geliyor. Covid-19 gibi son yıllarda dünyanın tamamını bu kadar yıpratan bir salgın hastalığa çare kim tarafından bulunacak acaba? Bulan ne kadar çok para kazanacak değil mi?

Bu soruya kendimce cevap ararken, Soner Yalçın’ın kitabında adı geçen PillPack ilaç şirketinin sorunun cevabı olabileceği geldi aklıma. Tam bu sırada, Bill & Melinda Gates Vakfı kafamı kurcaladı, kurcalama devam ederken bir de Rockefeller ve Rothschild aileleri aklımın bir ucundan gün yüzüne çıktı. Bu süreçte kenara atılacak aileler değil ne de olsa. Bilemedim şimdi. “Acaba?” sorusu halen devam ediyor.

Kitabı okudukça sağlık sektörünün ne kadar ticarileştiğini bir kez daha görüyorum. Neden “bir kez daha” dedim? Çünkü adını söylediğimde bir kısmınızın burun kıvıracağı ancak kitaplarında yazanları uyguladığımda kendimi daha iyi hissettiğim bir tıp uzmanı olan Canan Karatay da benzer konulara zamanında değinmişti. Bu ismi görenler hemen “özel muayene ücreti ne kadar O’nun biliyor musun sen?” diyeceğinden eminim. Ticarileşen sağlık sektöründen yararlanmak da ticarileşmek değil midir? Kusura bakmayın ama bilginin değerli, bilginin güç olduğu ve bilginin en yüksek kazanca sahip olması gerektiğini kendimden de biliyorum. İmkânlar dahilinde televizyonlardan halkı bilinçlendirmeye çalışmak toplumsal faydaya yönelik hareketler olarak kabul edilebilir, içinde bulunduğumuz bu çağda. Bence bu da yeterlidir. Çünkü kimse bilgisini bedavaya satmıyorsa, neden başkalarından bunu bekliyoruz? Belki de siz olsanız ne yapardınız sorusunu da sormak gerekir ancak şu an başkalarının savunuculuğunu yapar duruma düştüğümü hissettiğim için bu konuda değerlendirmeyi herkesin kendince yapmasına bırakılmalı diyerek, kendi düşüncemde, söylemlerinin doğru olduğunu düşündüğüm insanların neden ve hangi amaçla bir şeyleri gün yüzüne çıkardığını gördüğüm bir sektör olan sağlık sektörüne dönmek istiyorum.

Günde dört farklı ilaç kullanan biri olarak, son dönemde sağlık sektörünün içinde bulunduğu durumu görünce, ben de acaba yanlış mı yapıyorum diyorum. Ancak, benim uzmanlık alanım olmayan bir konuda mecburen konunun uzmanlarına güvenmek zorundayım. Kendisini iyi yetiştirmiş, iyi eğitimli, kendisini güncelleyen uzmanlara güveniyoruz elbette. Ancak, burada şöyle de bir soru geliyor insanın aklına. Eğitim sistemi, güncel yayınlar kimler tarafından nasıl düzenleniyor. Sektörden beslenenlerin sektörü çok da serbest bıraktığını düşünmek sanırım çok çocukça olur. Dolayısıyla tam bir kısır döngü içinde konu bir anda nerelere geliyor, fark ediyor musunuz?

Sonunda bunların hepsi birer komplo teorisi, sen de bunları okuya okuya yanlış sularda yüzüyorsun diyebilirsiniz. Ancak, bizim gibi, bu kapitalist düzende, satranç tahtasındaki piyon gibi olan insanların, gözlemlediğimiz, gördüğümüz, yaşadığımız bu düzenin, tesadüfen ortaya çıkabilecek basitlikte olmadığı, aklımı sürekli kurcalıyor. Belki de ben çok büyütüyorum bu para gücünü. Dünyayı yöneten 11 aile 113 şirket söylemi, sadece bir efsanedir. Ama ben kendimi bu efsaneden alamıyorum nedense.

Sonuçta ben de bir bilim dalında lisans derecesinde eğitim almış bir insanım. Eğitimin, müfredatın, öğrendiklerimizin, öğretenlerin ne olduğunu gördüm. Bugünden geçmişe baktığımda, ilk ve orta öğretimindeki sistemi de değerlendirebiliyorum. Özellikle cumhuriyet tarihini de okuyup, Ulu Önder Atatürk’ten sonraki ülke düzenini de öğrenip, görüp kıyaslamaya başladığımda, sonuç beni bu komplo teorilerinden uzaklaştırmıyor, aksine daha da yaklaşıyorum.

Peki bu düzen nasıl değişecek? İşte onu ben de bilmiyorum. Atatürk’ün de dediği gibi bir kurtarıcı bekliyorsak, biz Atatürk’ten bir şey öğrenememişiz demektir. Ama, aması yok. Bilemiyorum gerisini…

Geldiğimiz noktada, hep söylenen bir şey var, şu karantina günlerinde. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Acaba olumlu yönde, hep şikâyet ettiğimiz mevcut sistemin düzelmesi yönünde mi olacak bu değişiklikler, yoksa daha da kötü bir sistem mi oluşacak?

Her ne olacaksa bir an önce olsun da sağlığımızı, özgürlüğümüzü, tekrar geri kazanalım.
Tabi bu arada inşallah, ölümü gösterip sıtmaya razı etmezler bizleri.

Herkese sağlıklı günler…
Sevgiyle kalın…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

BAHAR'I SEV... Ben sevmem ne kışı ne de bembeyaz karları… Kartopu oynayanlar, kardan adam yapanlar, neşeli çocuklar bir yana. Ocağı ...