Karantina…
Eskiden
sadece kelime haznemde basit bir kelimeyken, bugün içinde çok büyük bir anlam
taşıdığını fark ettiğim bir kelime.
Kelimenin
kökeni İtalyancaymış. Bulaşıcı hastalığa maruz kalan şüpheli durumdaki insan ve
hayvanları, hastalığın en uzun kuluçka devresine eşit bir süre kimseyle temas
ettirmemek suretiyle alınan önlemlerin tümü. Sağlık
yalıtımı aslında.
24
Mart 2020 tarihinden beri ben de kendimi karantinaya aldım. Neden? Çünkü
Covid-19 diye bir virüs dünyayı sardı. Korona dediler genel adına. Türkiye de
bundan elbette etkilendi. E ülke etkilenince vatandaşlar da etkilendik doğal
olarak ve hükümetimizce kendi karantinamızı oluşturmamız istendi bizlerden.
Bir
yandan iş devam ederken, bir yandan da karantina nasıl oluşturulacaktı ki?
İş
yerinde hemen acil durum eylem planları yapıldı. Sağlık açısından riski yüksek
olan çalışanlar belirlendi. Yeni çalışma yöntemleri bulundu. Evden çalışma,
yarı zamanlı çalışma, esnek çalışma gibi uygulamalar hayata geçirildi.
Ben
de hem sağlık açısından riskli çalışanlar grubundan olmam hem de iş konusu
olarak, iş yerinde devam ettirilmesi zorunluluğu bulunmayan bir konuda çalışmam
sebebi ile evden çalışmaya geçtim. Ama çalışma arkadaşlarım ve ekibim benimle
aynı dönemde evden çalışmaya başlamadılar. Dolayısıyla, bu süreç içerisinde
kendimi çok rahatsız hissettim. Sanki davasında arkadaşlarını yarı yolda
bırakan bir lider gibiydim. Neyse ki kısa süre içerisinde şirketimizin aldığı
kararla evden çalışma yaygınlaştı ve tüm çalışma arkadaşlarım evden çalışacak
şekilde eyleme geçti. Dolayısıyla şirkete gitme zorunlulukları ortadan kalktığı
için çalışma arkadaşlarımın da sağlıklarını tehlikeye sokmak hissinden de
kurtuldum, dava arkadaşlarını yarı yolda bırakan lider hissinden de.
Gelelim
karantina günlerimize.
Şunu
belirtmek isterim ki, evden çalışma sırasında sanırım vicdanımın da hassasiyeti
sebebi ile daha yoğun bir çalışma temposuna girdim. Okumam gereken ama hep
ertelediğim işle ilgili şeyleri okudum, daha yoğun çevrim içi toplantılara
girdim. Çalışma alanlarımızdakinden daha yoğun bir şekilde toplantılar
yapılmaya başlandı. Molalar bile verilmez oldu. Sanki evden çalışmak daha
verimli.
Elbette
bu durum yalnızca benim için geçerli. Neden mi? Evli ve çocuklu bir insan
olmadığım için. Evim tamamen kendime ait. İş yapmamı engelleyen hiçbir unsur
yok. Ama evliler ve özellikle küçük çocuğu olanlar için elbette durum farklı.
Çocuklar, anne babaları evde olduğunda, hasret kaldıkları ilgiyi arıyorlar,
çalışmayı engelleyici faaliyetler meydana gelmesine sebep oluyorlar.
Dolayısıyla herkes benim kadar rahat evden çalışamayabilir.
Evet,
tek başıma olduğum için her şey daha kolay gibi. Ancak, madalyonun bir de öteki
yüzü var. Tek olmak güzel de ya hayatı, üzerinizdeki gerginliği, mutsuzluğu,
endişeyi, huzursuzluğu kimseyle paylaşamamak. Anne ve babanızın, virüsten daha
çok ve daha kötü şekilde etkilenen yaş grubunda olması sonucu, tüm
ihtiyaçlarını tek başınıza karşılamak zorunda olmanız, onlar için de
endişelenmeniz ve bu endişenizi kimseyle paylaşamamak.
Tek
olmak genelde çok güzel. Ancak böyle zor zamanlarda yanınızda bir ses, sırtını
dayayacak bir destek arıyor insan.
Burada
da arkadaşlar devreye giriyor işte. Güzel insanlar biriktirmenin önemi ortaya
çıkıyor. Dost dediğiniz insanlar. Bazen siz onlar için bir şey yapmaz
olursunuz, aramaz sormaz ilgilenmez olursunuz. Belki de onların beklentilerini
karşılamaz olursunuz. Ancak yine de size samimi bir merhaba demeleri, arayıp
hâl hatır sormaları, sizin için ellerinden geleni yapmaları, dar gününüzde
destek olmaları vazgeçilemez bir mutluluktur. Gönlünüzde yerleri olduğunu
bilirler, ondan böyle destek olurlar.
Evet
her şey bu kadar güzel gider ama karantina bitmez...
Maskelerinizi
eldivenlerinizi takar kapalı ortamlarda alışveriş yapmaya gidersiniz. Maske
nefesinizi daraltır, durum ise ruhunuzu. Elinizde alışveriş listesi olmasına
rağmen alacaklarınızı unutursunuz, aceleden, panikten ne yapacağınızı bilmeden
oradan oraya dolaşırsınız reyonlar arasından.
Sonra
eksik de olsa aldıklarınızı evinize getirirsiniz. Asıl en büyük gerginlik de
orada başlar. Aldıklarınızı dezenfekte etmeye girişirsiniz. Torbaya eliniz
değer, ürüne eliniz değer ve her ne hikmetse tam o sırada burnunuz kaşınır,
gözünüze bir şeyler olur. İstemsizce dokunursunuz bir yerinize. Giysinize değer
poşet. Hele şu meyve sebze. Onlar dezenfekte de edilmez. Dışarıda saatlerce
bekletirsiniz. Sonra dolaba koyarsınız. Dolaba koyarken de virüs orada beni
bekleyecek şimdi gerginliği başlar.
Nereye
kadar gidecek peki bu durum. Psikolojimiz nereye kadar dayanabilecek bu duruma.
Şahsen, evde olmak beni pek de rahatsız etmiyor. Ancak zorunlu olarak evde
olmak, arada sırada uygulanan sokağa çıkma yasağı, dışarısının ölüm taşıdığı
dürtüsü, ailenizle, arkadaşlarınızla, işyerinizle olan iletişimsizlik, evde
olma keyfini elbette yok ediyor.
Kendi
isteğimizle evde kalabildiğimiz günler ne zaman gelecek?
Herkes
gibi ben de yazılı ve görsel medyayı, sosyal paylaşım sitelerini takip
ediyorum. Salgın ile ilgili haberler, yorumlar, polemikler, karalamalar, olumlu
olumsuz her türlü şey ile karşılaşıyorum. Komplo teorilerine de çok uzak
değilim. Her şey olabilir. Ancak, yine gelip dayandığım nokta şu, ne zaman
bitecek bu iş?
Sayılı
gün çabuk geçer derler ya, sayısı nedir bu sürecin, onun belli olmaması asıl
yıpratıcı olan.
İşte
ben de bu süreç içerisinde yıpranmamak adına, karantina günlerimin başında çok
niyetlenmiş olsam da başaramadığım kitap okumaya, ancak karantinamın 25’inci
gününde başlayabildim. Seçtiğim kitap ne kadar uygun bilemiyorum bu sürece ama
yaşadığımız bu günlerin içinden bir kitap. Soner Yalçın’ın Kara Kutu isimli,
sağlık/ilaç sektörü ile yüzleşme vakti olarak nitelendirdiği kitabı. Kitap,
özetle küresel sermayenin sağlık sektörü üzerindeki oyunlarını anlatıyor. İlaç
üretiminin küresel ticaretteki payı, kazananlar, tarihsel gelişim vb. birçok
konu hakkında muhtelif kaynaklara ve yorumlara dayalı bir kitap.
Kitabı
okurken, tam da bu süreç içerisinde hepimizin aklını kurcalayan Covid-19
virüsüne karşı ilaç, aşı veya her neyse adı ne zaman geliştirilecek, sorusuna
kendimce bir cevap buldum. Sizinle de paylaşmak isterim. Ancak bu paylaşımdan
önce adı geçen kitaptan bazı alıntılar yaparak, ilaç sektörünün büyüklüğü
hakkında size biraz bilgi de vermek isterim.
Küresel
ilaç şirketlerinden olan bazı şirketlerin 2017 yılı ciroları paylaşılmış
kitapta. Ben de oradan alarak sizinle paylaşıyorum.
Amerikan
Pfizer; 52,54 Milyar USD, İsviçreli Roche; 44,36 Milyar USD, Fransız Sanofi;
36,66 Milyar USD, Amerikan J&J 36,30 Milyar USD şeklinde uzayan bir
listenin toplamında sektör büyüklüğü yaklaşık 1,1 Trilyon USD değerine ulaşıyor
ki, unutmayın bu rakam 2017 yılına ait. Kıyas yapmak için kitapta, Türkiye’nin
en büyük ilaç üretici olarak belirtilen Abdi İbrahim’in de cirosunu vermeden
olmaz. 263,7 Milyon USD. Rakamları yorumlamayı artık sizin matematik bilginize
bırakıyorum.
Bu
arada ilgimi çeken başka bir bilgiyi de kitaptan alıntılayarak ayrıca vermek
isterim. 2018 yılı şubat ayında Amazon, PillPack adlı ilaç şirketini almış. Tam
753 Milyon USD karşılığı.
Bir
başka küresel teknoloji şirketi olan Microsoft’un sahibi Bill Gates’in de
bildiğiniz gibi “Bill & Melinda Gates Vakfı” bulunuyor. 2000 yılında
kurulmuş. Bill Gates ve Melinda Gates tarafından yönetilen ve sıtma, açlık gibi
küresel sorunları çözmeyi amaçlayan kâr amacı gütmeyen bir vakıf olduğu basit
bir çevrimiçi aramada karşınıza çıkacaktır. Bu vakfın amaçları doğrultusunda da
Bill Gates’in Youtube’tan ulaşabileceğiniz TedEx konuşmalarından birinde,
bizleri ne kadar güzel bir şekilde küresel salgınlar konusunda uyardığını
görebiliriz.
İnsanın
aklına bu aşamada bir başka soru daha geliyor. Covid-19 gibi son yıllarda
dünyanın tamamını bu kadar yıpratan bir salgın hastalığa çare kim tarafından
bulunacak acaba? Bulan ne kadar çok para kazanacak değil mi?
Bu
soruya kendimce cevap ararken, Soner Yalçın’ın kitabında adı geçen PillPack
ilaç şirketinin sorunun cevabı olabileceği geldi aklıma. Tam bu sırada, Bill
& Melinda Gates Vakfı kafamı kurcaladı, kurcalama devam ederken bir de
Rockefeller ve Rothschild aileleri aklımın bir ucundan gün yüzüne çıktı. Bu
süreçte kenara atılacak aileler değil ne de olsa. Bilemedim şimdi. “Acaba?”
sorusu halen devam ediyor.
Kitabı
okudukça sağlık sektörünün ne kadar ticarileştiğini bir kez daha görüyorum.
Neden “bir kez daha” dedim? Çünkü adını söylediğimde bir kısmınızın burun
kıvıracağı ancak kitaplarında yazanları uyguladığımda kendimi daha iyi
hissettiğim bir tıp uzmanı olan Canan Karatay da benzer konulara zamanında
değinmişti. Bu ismi görenler hemen “özel muayene ücreti ne kadar O’nun biliyor
musun sen?” diyeceğinden eminim. Ticarileşen sağlık sektöründen yararlanmak da
ticarileşmek değil midir? Kusura bakmayın ama bilginin değerli, bilginin güç
olduğu ve bilginin en yüksek kazanca sahip olması gerektiğini kendimden de
biliyorum. İmkânlar dahilinde televizyonlardan halkı bilinçlendirmeye çalışmak
toplumsal faydaya yönelik hareketler olarak kabul edilebilir, içinde
bulunduğumuz bu çağda. Bence bu da yeterlidir. Çünkü kimse bilgisini bedavaya
satmıyorsa, neden başkalarından bunu bekliyoruz? Belki de siz olsanız ne
yapardınız sorusunu da sormak gerekir ancak şu an başkalarının savunuculuğunu
yapar duruma düştüğümü hissettiğim için bu konuda değerlendirmeyi herkesin
kendince yapmasına bırakılmalı diyerek, kendi düşüncemde, söylemlerinin doğru
olduğunu düşündüğüm insanların neden ve hangi amaçla bir şeyleri gün yüzüne
çıkardığını gördüğüm bir sektör olan sağlık sektörüne dönmek istiyorum.
Günde
dört farklı ilaç kullanan biri olarak, son dönemde sağlık sektörünün içinde
bulunduğu durumu görünce, ben de acaba yanlış mı yapıyorum diyorum. Ancak,
benim uzmanlık alanım olmayan bir konuda mecburen konunun uzmanlarına güvenmek
zorundayım. Kendisini iyi yetiştirmiş, iyi eğitimli, kendisini güncelleyen
uzmanlara güveniyoruz elbette. Ancak, burada şöyle de bir soru geliyor insanın
aklına. Eğitim sistemi, güncel yayınlar kimler tarafından nasıl düzenleniyor.
Sektörden beslenenlerin sektörü çok da serbest bıraktığını düşünmek sanırım çok
çocukça olur. Dolayısıyla tam bir kısır döngü içinde konu bir anda nerelere
geliyor, fark ediyor musunuz?
Sonunda
bunların hepsi birer komplo teorisi, sen de bunları okuya okuya yanlış sularda
yüzüyorsun diyebilirsiniz. Ancak, bizim gibi, bu kapitalist düzende, satranç
tahtasındaki piyon gibi olan insanların, gözlemlediğimiz, gördüğümüz, yaşadığımız
bu düzenin, tesadüfen ortaya çıkabilecek basitlikte olmadığı, aklımı sürekli
kurcalıyor. Belki de ben çok büyütüyorum bu para gücünü. Dünyayı yöneten 11 aile
113 şirket söylemi, sadece bir efsanedir. Ama ben kendimi bu efsaneden
alamıyorum nedense.
Sonuçta
ben de bir bilim dalında lisans derecesinde eğitim almış bir insanım. Eğitimin,
müfredatın, öğrendiklerimizin, öğretenlerin ne olduğunu gördüm. Bugünden
geçmişe baktığımda, ilk ve orta öğretimindeki sistemi de değerlendirebiliyorum.
Özellikle cumhuriyet tarihini de okuyup, Ulu Önder Atatürk’ten sonraki ülke
düzenini de öğrenip, görüp kıyaslamaya başladığımda, sonuç beni bu komplo teorilerinden
uzaklaştırmıyor, aksine daha da yaklaşıyorum.
Peki
bu düzen nasıl değişecek? İşte onu ben de bilmiyorum. Atatürk’ün de dediği gibi
bir kurtarıcı bekliyorsak, biz Atatürk’ten bir şey öğrenememişiz demektir. Ama,
aması yok. Bilemiyorum gerisini…
Geldiğimiz
noktada, hep söylenen bir şey var, şu karantina günlerinde. Hiçbir şey eskisi
gibi olmayacak. Acaba olumlu yönde, hep şikâyet ettiğimiz mevcut sistemin
düzelmesi yönünde mi olacak bu değişiklikler, yoksa daha da kötü bir sistem mi
oluşacak?
Her
ne olacaksa bir an önce olsun da sağlığımızı, özgürlüğümüzü, tekrar geri
kazanalım.
Tabi
bu arada inşallah, ölümü gösterip sıtmaya razı etmezler bizleri.
Herkese
sağlıklı günler…
Sevgiyle
kalın…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder