10 Kasım 2018 Cumartesi

10 Kasım...

Atatürk…

Ben beş yaşımda ilkokula başlamışım. Önce ana sınıfı sonra da birinci sınıf. Böylece uzun sürecek öğrenim yaşantımın da başlangıcını yapmış oldum. Uzun sürecek diyorum, sakın yanlış anlaşılmasın, akademik anlamda bir öğrenimden değil, hayat boyu öğrenimden bahsediyorum. Çünkü hayat boyu öğrenim okumayla başlıyor bence ve ölene kadar gidiyor. Burada doğum ile başlayan öğrenme sürecinden bahsetmiyorum. Okuyarak, yaşayarak bir şeyleri öğrenme. Büyük bir ikilem vardır ya hani, çok okuyan mı çok gezen mi daha çok bilir, ben bunun cevabını veremiyorum. Ancak, benim gibi çok gezmeyen biri dahi olsanız okuyarak birçok şeyden haberdar olabiliyorsunuz.

Ben de böyle başladım bir şeyleri öğrenmeye. Annemin öğretmen oluşundan mı bilmem, kendi kendime öğrenmişim okumayı. Annemin anlattığına göre, okuldaki öğrencilerini çok kıskanırmışım. “Onlara çok şey öğretiyorsun, bana bir şey öğretmiyorsun” diyormuşum, fişleri ile oynayıp hece hece kesiyormuşum. Anlayacağınız, nasıl bir kıskançlık ve hırs yapmışsam sonucunda okula başlamadan önce okumayı ve yazmayı öğrenmişim. Sanırım tüm kıskançlık ve hırs duygularımı da o dönemde harcamışım ki, kendimi bildiğim günden itibaren hayatımın hiçbir dönemimden ne kıskançlığım oldu ne de hırsım. Beni yakından tanıyanlar da bunu bilir ve arada sırada gündeme de getirirler. 

İşte böyle hırs yaptığım dönemlerde, ilk okumayı söktüğümde, en çok sayfalarını yıprattığım kitap sanırım 100 Ünlü Türk adlı kitaptı. Bu kitap; yayın tarihini bilmiyorum ama bahsettiğim yıllar 80’lerin başıydı, sert kapaklı, cilt bezli, sarı saman kağıdından yapılmış, renkli fotoğraflı, ülkenin önemli insanlarının hayat öykülerini içinde barındıran görüntü olarak da oldukça eski bir eserdi. Çocukluğumun temel taşlarından, aklıma gelen ilk kitabım ve ilk hatıralarımdan biridir. İşte bu kitap içinde ilk aklıma gelen Ünlü Türkler; Nene Hatun, Ulubatlı Hasan ve en önemlisi Atatürk’tür. Bir de babamın askerlik yaptığı yıla ait, askerlik yaptığı yerdeki okul albümüdür. Bu albümün de önemli olmasının sebebi ilk sayfasının Atatürk’ün fotoğrafını barındırıyor olmasıdır. Sonra da sırasıyla Genel Kurmay Başkanı, Okul Komutanı vs. Askeri düzen içinde dönemin ve okulun önemli insanlarının fotoğrafları ve küçük hatıra yazıları. 

İşte ben böylece Atatürk’ü öğrenmeye başladım. Atatürk kimdi, asker oluşu, ülke için önemi yavaş yavaş bende hafıza kaydı oluşturmaya başladı. Şimdi çok ne hatırlamıyorum, ne de olsa yaklaşık 40 sene olmuş, bir de “veciz           “ bir sözü kalmış, beynimin kıvrımları içerisinde. Bu “veciz” kelimesini de ilk bu sözü okumaya başladığımda sanırım öğrendim. Anlamını kavramam elbette biraz daha vakit aldı.

Neydi bu veciz söz? “Beni görmek demek behemahal yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularım anlıyor ve hissediyorsanız bu kâfidir.”

“Behemahal”, “kâfi”, gibi kelimeleri o gün için hemen anlamadığımı hatırlıyorum. Hatta “behemahal” kelimesi çok değişik gelmiş, ne anlama geldiğini bilmeden dilimde sık sık yer etmeye başlamıştı, kendi hayal dünyamda kendimle konuşurken. 

Yıllar sonra dil konusunda daha yetkin olup, bu veciz sözün Türkçe halini kullanmaya, kaynaklarda görmeye başlayınca, kelimelerin de anlamını öğrenip, birbirleri ile eşleştirince, o gün okuduğum, yaklaşımlarla anlamını kavramaya çalıştığım bu cümlenin, aslında yaşantımın nasıl da temelini oluşturduğunu fark ettim. 

Her insan gibi ben de lise ve üniversite eğitimlerim süresince, birçok farklı, inançtan, siyasi düşünceden ve kültürden insanla arkadaşlık ettim, iletişim kurdum. O dönemlerde bazen siyasi çizgimin de değiştiğini, inanç yapımda değişiklikler olduğunu hatırlıyorum. Hatta Atatürk’e bakış açım da bu süreçlerde farklılık göstermişti. Farklı siyasi düşünceden ve inançtan olan kimle konuşursam düşüncelerimde bazı değişiklikler oluyordu. Temel doğrularım değişmiyordu ancak anlatılanlardan etkileniyor, bildiklerimin yanlış olduğunu hissediyor, oturup araştırmaya başlıyordum. Araştırdıkça doğruya ulaşıyor, iletişimde olduğum insanların hatalı düşüncelerini görebiliyordum. Ya da söylenenlerin doğruluğunu, benim yanlış veya eksik bilgilerimin olduğunu anlıyordum. 

Gençlik dönemi dediğimiz bu süreç içerisinde, birçok dalgalanma yaşadıktan sonra, bugün elde etmiş olduğum birikimimle geriye dönüp baktığımda, fikren hiç değişmeyen noktamın, Atatürk’ün tabu haline getirilmesine karşı olan düşüncelerimin olduğunu görüyorum. Bunun kaynağının da yukarıda bahsettiğim o veciz sözünün çocukluğumda bilinçaltıma kazınmış olmasıydı. 

Atatürk’ün de dediği gibi önemli olan O’nun duygu ve düşüncelerini anlamak ve hissetmekti. O’nun naçiz vücudu bir gün toprak olacaktı ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktı. 

Biz ise O’nun da insan olduğu unutularak değerlendirmiş, yaptıkları, yapmak istedikleri, amacı, hedefi, sonuçları bir kenara bırakılarak, kişiliğine bakılmadan, kişisel davranışlarının kimi çevrelerce farklı yorumlanarak, eğip bükülerek, toplumun değer yargılarına, kültürüne aykırı davranışlar sergilemiş gibi göstermiştik. Halen de kimi çevrelerce bu yapılmakta. 

Peki bizler bugün Atatürkçülük adına ne yaptık ne yapıyoruz? 
Arabaların arkasına O’nun imzasını çıkartma olarak yapıştırıyoruz ama trafik kurallarının hiçe sayarak araç kullanıyoruz. 
Orada burada düğünler, kına geceleri düzenleyip, düğün eğlencesi içerisinde İzmir Marşı, Onuncu Yıl Marşı söylüyoruz, ancak söylerken çevreye verilen rahatsızlığı hiç dikkate almıyoruz.
Elimizde Türk Bayrağı ile alanlara çıkıp, yürüyüşler, gösteriler, protestolar yapıyoruz, sonra arkamızdan savaş alanına dönmüş mekanlar ve çöp dağları bırakıyoruz. 
Kurtuluş savaşını kazanmamızın temel kaynağı olan birlik duygusu yerine bencillik ile yaşıyoruz. Her konuda önce kendimiz için çabalıyor, çıkar elde etmeye çalışıyoruz. Kuyruklarda kavgalar ediyor, öncelik elde etmeye çalışıyoruz.
Hizmet sunucularından hizmet alırken, hak ve hukuk gözetmeden, tanıdık bulmaya, hizmetin; herkese uygulanan şeklinden daha iyisini elde etmeye çalışıyoruz. Bugünkü makam ve mevkilerimizi kullanarak, toplumun her ferdi için aynı şekilde olması gereken uygulamaları, kendi çıkarımıza uygun hale getirmeye çalışıyoruz.
Bana dokunmayan yılan bin yaşasın ilkesi ile toplu yaşam alanlarında, kendimizden başkasını düşünmüyoruz. 
Tarım, hayvancılık gibi bu ülkeyi bağımsızlığa taşıyan temel unsurlar ile bağımsızlığın devamlılığını sağlayacak olan eğitim alanında neler yaptık, neler yapıyoruz, yapılanlara ne diyoruz?
Bu şekilde davranışlarla, biz Atatürk’ün bize emanet ettiği, bizim de gelecek nesillerin emaneti olarak taşıdığımız Cumhuriyetimiz, ne olacak hiç düşünüyor muyuz?
Dedim ya, çocukluğumda bilinç altıma giren bu veciz sözün, beni farkında olmadan yönlendirmesi ve bugün Atatürk hakkında okuduklarımın da üzerine kattıkları ile geçmişi ve geleceği değerlendirdiğimde, umutlarımın azaldığını itiraf etmeliyim. 

Yokluktan var olan bu ülkenin, var olmasında temel alınan hiçbir şeyin, bugün gündemde olmaması, olanların ise etkinliklerinin bulunmaması, yok olmaya yüz tutması dikkate alındığında, ülke olarak Atatürk’ün duygularını ve düşüncelerini hissetmediğimiz ve anlamadığımız sonucuna ulaşmak sanırım zor değil. Biz O’nun sadece yüzünü görmek isteği ile yanıp tutuşuyoruz ancak düşünceler ve duygular ve bunlar için uygulamalara sıra geldiğinde hepimiz sessizliğe gömülüyoruz.

Bugün Atatürk’ün aramızdan ayrılışının 80’inci yılı. Bu seksen yılda ülke ve cumhuriyet nereden nereye geldi? Hadi bir beş dakika ayırıp düşünün. Gelinen noktada sizin olumlu ve olumsuz yaptıklarınızı da bir kenara yazın ve sonra kıyaslayın bakalım, üzerimize düşenden sizin payınıza ne çıktı?



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

BAHAR'I SEV... Ben sevmem ne kışı ne de bembeyaz karları… Kartopu oynayanlar, kardan adam yapanlar, neşeli çocuklar bir yana. Ocağı ...