11 Aralık 2017 Pazartesi

Yalnızlığın İçinden...


Hey! Dostum,
Sen yalnızlık nedir bilir misin?
Gel de ben sana anlatayım.

Mesela, çok güzel bir havada deniz kenarında, bir çay bahçesinde otururken, birinin yanına yaklaşıp, “sandalyeler boşsa alabilir miyim?” diye sormasıdır. E haklıdır da dört kişilik masada ne hakkı vardır bir yalnızın tüm sandalyeleri işgal edecek şekilde oturmaya, değil mi? Ya da dışarıya nasıl bir enerji veriyorsa, kimsenin gelmeyeceği belli mi oluyor ki, sandalyeler isteniyor. Yoksa bu bir kuruntu mu sadece, en yakınındaki boş sandalyeye odaklı olmak mı? Sanırım odaklanma konusu, tamam yalnızlık zor ama bu kadar da kuruntu yapmaya gerek yok ki.

Veya sabah evinde, güzel bir güne uyandın. Günün güzel olması çok önemli değil aslında. Sağ salim sabaha ulaştın diyelim mesela. Tekrar uyumak için önünde yaklaşık on dört veya on altı saatin var diyelim. Günlerden de hafta sonu olsun. Mesela Pazar. Dolayısıyla, adabı muaşerete göre tatil günleri eş dost çok aranmaz, hele ki evli barklı sosyal çevreniz, aileleri ile kaliteli zaman geçirmekte olabilecekleri için, hiç aranmaz. Bu durumda ne yaparsınız? Dolabı açar, kahvaltılık malzemelerinizi çıkartır, güzel bir Pazar kahvaltısı hazırlarsınız, afiyet olsun. Sonra, biraz sosyal medya, gazete, dergi. Bir kahve. Televizyonu açarsınız sonra, vakit bir şekilde öğlen olur. Hadi biraz ortalığı toplayın, bekar hayatının bazı zorunlulukları vardır, biraz da onlarla uğraşırsınız, çamaşır, ütü, temizlik. Hadi oldu diyelim saat üç. Dedik ya adabı muaşeretten dolayı kimseyi aramadınız. Biraz çıktınız dışarı, yürüdünüz, arabayla dolaştınız, çay içtiniz, deniz kenarında veya bir kafede. Yanında biraz kitap okudunuz. Bir şeyler atıştırdınız. Belki de hiç dışarı çıkma istemediniz. Belki de dışarı çıkmadınız ve evde kaldınız. Güzel bir film buldunuz, onu seyrettiniz. Belki birkaç küçük işe baktınız, yarın iş günü ne de olsa. İkindi yemeği, yemek dediysem, çay ve bisküvi. Olmadı büyük gaza geldiniz ve yemek programlarında gördüğünüz bir tarifi yapmak için mutfağa girdiniz. Yemek, bulaşık. Akşam oldu. Yaptığınız yemeği yediniz. Hava karardı, hafif bir melankoli, Pazartesi sendromu. Biraz televizyon biraz boş işler. Ve uyku zamanı. Kafanızı yastığa koyduğunuzda biraz günü düşündünüz. Baktınız ki hiç dışarı çıkmamışsınız ve ağzınızdan tek bir kelime çıkmamış. Birden tedirgin olup, acaba konuşmayı unutmuş olabilir miyim diye düşünüyorsunuz ve hemen birkaç kelime söylüyorsunuz. Hem de söylemesi ve hatırlaması zor olanlardan seçmeye çalışıyorsunuz. Baktınız ki söyleyebiliyorsunuz, hemen sırtınızı dönüp, uyumaya devam ediyorsunuz. Ha! Eğer dışarı çıkmışsanız gün içinde, o zaman sipariş vermek dışında bir şey söylemediğinizi düşünüyorsunuz ama bu sefer biraz şanslısınız. En azından, sesinizin veya konuşma yetinizin kaybolmadığını bildiğiniz için, hemen dönüp uyumaya devam ediyorsunuz.

Ha! Bir de; akşam olmuş, yorgunsunuz sonuçta, çalışmışsınız, para kazanıyorsunuz, işten çıkmışsınız, eve geldiniz, arabanızı otoparka bırakmışsınız, cepte para var, biraz alış veriş yapmışsınız, eşyalar güzel, zevkli döşenmiş bir eve girmişsiniz. Tek başınıza! Mutfağa giriyorsunuz, alelacele bir şeyler hazırlıyorsunuz. Televizyonun karşısına yerleşip, yiyorsunuz, neyse o hazırladığınız. Muhtemelen, basit, hızlı tüketim bir şey. E hadi gücünüz yetti, kalkıp bulaşıklarınızı da mutfağa götürdünüz ve hatta yıkadınız. Belki bir kahve yapıp, yine geldiniz televizyon karşısına. Kahve bitti ama siz de bittiniz, göz kapaklarınız kapanıyor, biraz uzanmak geçiyor içinizden, kırlenti düzeltip, kumandayı ve telefonunuzu yanınıza çekip, kafanızı koyuyorsunuz kırlente ve birkaç dakika içinde tilki uykusuna giriyorsunuz. Televizyondan bazı sesler var, duyuyor ama her zaman algılayamıyorsunuz. Sonra bir müzik, film, spor programı sesi ile gözleriniz açılıyor. Biraz kendinize gelmişsiniz. Demek ki, on, on beş dakika kadar uyumuşsunuz. E doğal olarak saat arıyor gözleriniz ama televizyon ışığı yetmiyor saati görmenize. Telefonunuzu arıyorsunuz, birden gözleriniz uykulu küçük halinden fal taşı modeline dönüyor. O da ne! Saat üçü geçiyor. E yarın iş var, saat üç ve siz uykudan uyanmışsınız. Kendinize gelince fark ediyorsunuz ki, sırtınız buz gibi, ayaklarınız donmuş, gerçi bu kadar abartmayalım, para var dedik, kaloriferler güzel ısıtıyor ama işte üstünüze bir battaniye öretecek ya da sizi çok geçmeden uyandırıp, yatağınıza gönderecek ya da kolunuza girip, yatağınıza kadar size eşlik edecek, belki yatırırken yanağınıza bir küçük öpücük konduracak kimse yok yanınızda. Ne de olsa konumuz yalnızlık!

Ha! Unutmadan, telefon çalıyor, akrabalardan biri arıyor. Akrabalarınız var canım! O kadar da yalnız değilsiniz. Diyor ki, ameliyat olacakmış. Ya da ağır bir hastalık geçirmiş, en kötüsü de … İşte o an, güzel olmayan şeyi ilk duyduğunuzda, sevdiğiniz birinin başına kötü bir durum geldiği o anı ilk hissettiğinizde, o acı içinizi öyle bir kaplar ki! Hemen biri ile paylaşarak acınızı hafifletmek istersiniz. Ne de olsa, acılar, dertler, kederler, paylaşarak azalır demişler. Ama telefonu kapatınca, paylaşacak kimsenin olmaması, o koca, boş, dört duvar arasında, içinizdeki acıyı paylaşacak, haykırmalarınıza derman olacak, elinizi tutup, başınızı göğsüne yaslayacak kimsenin olmaması, gözünüzden akan o tek damla yaşı silecek bir eli tutamamak. İşte dostum en acısı da bu. Ayrıca, mutluluklar da paylaşarak çoğalır diyorlarmış. Belki o telefon çok mutlu bir haberi duyurdu size ama işte bu seferde içinizi dolduran o mutluluk, o huzur, o sevinç, paylaşacak kimseniz olmadığı için bir anda sizi öyle bir içten içe basınçla doldurur ki! Patlarsınız...


İşte dostum. Yalnızlık, yalnızca, yalnıza yalnızlığını hatırlatır…

2 yorum:

  1. Öncelikle bloğunuz hayırlı olsun. Yalnızlıkla ilgili yazınızı okudum. Yüreğe dokunan içli satırlar, yer yer can yakıcı tespitler gördüm. Tebrik eder, bu güzel yazıların devamını dilerim....

    YanıtlaSil
  2. Güzel ifade etmişsin tebrik ederim

    YanıtlaSil

BAHAR'I SEV... Ben sevmem ne kışı ne de bembeyaz karları… Kartopu oynayanlar, kardan adam yapanlar, neşeli çocuklar bir yana. Ocağı ...