Hey! Dostum,
Sen yalnızlık nedir bilir misin?
Mesela, çok güzel bir havada
deniz kenarında, bir çay bahçesinde otururken, birinin yanına yaklaşıp,
“sandalyeler boşsa alabilir miyim?” diye sormasıdır. E haklıdır da dört kişilik
masada ne hakkı vardır bir yalnızın tüm sandalyeleri işgal edecek şekilde oturmaya,
değil mi? Ya da dışarıya nasıl bir enerji veriyorsa, kimsenin gelmeyeceği belli
mi oluyor ki, sandalyeler isteniyor. Yoksa bu bir kuruntu mu sadece, en
yakınındaki boş sandalyeye odaklı olmak mı? Sanırım odaklanma konusu, tamam
yalnızlık zor ama bu kadar da kuruntu yapmaya gerek yok ki.
Veya sabah evinde, güzel bir güne
uyandın. Günün güzel olması çok önemli değil aslında. Sağ salim sabaha ulaştın
diyelim mesela. Tekrar uyumak için önünde yaklaşık on dört veya on altı saatin
var diyelim. Günlerden de hafta sonu olsun. Mesela Pazar. Dolayısıyla, adabı
muaşerete göre tatil günleri eş dost çok aranmaz, hele ki evli barklı sosyal
çevreniz, aileleri ile kaliteli zaman geçirmekte olabilecekleri için, hiç
aranmaz. Bu durumda ne yaparsınız? Dolabı açar, kahvaltılık malzemelerinizi
çıkartır, güzel bir Pazar kahvaltısı hazırlarsınız, afiyet olsun. Sonra, biraz
sosyal medya, gazete, dergi. Bir kahve. Televizyonu açarsınız sonra, vakit bir
şekilde öğlen olur. Hadi biraz ortalığı toplayın, bekar hayatının bazı zorunlulukları
vardır, biraz da onlarla uğraşırsınız, çamaşır, ütü, temizlik. Hadi oldu
diyelim saat üç. Dedik ya adabı muaşeretten dolayı kimseyi aramadınız. Biraz
çıktınız dışarı, yürüdünüz, arabayla dolaştınız, çay içtiniz, deniz kenarında
veya bir kafede. Yanında biraz kitap okudunuz. Bir şeyler atıştırdınız. Belki
de hiç dışarı çıkma istemediniz. Belki de dışarı çıkmadınız ve evde kaldınız.
Güzel bir film buldunuz, onu seyrettiniz. Belki birkaç küçük işe baktınız,
yarın iş günü ne de olsa. İkindi yemeği, yemek dediysem, çay ve bisküvi. Olmadı
büyük gaza geldiniz ve yemek programlarında gördüğünüz bir tarifi yapmak için
mutfağa girdiniz. Yemek, bulaşık. Akşam oldu. Yaptığınız yemeği yediniz. Hava
karardı, hafif bir melankoli, Pazartesi sendromu. Biraz televizyon biraz boş
işler. Ve uyku zamanı. Kafanızı yastığa koyduğunuzda biraz günü düşündünüz.
Baktınız ki hiç dışarı çıkmamışsınız ve ağzınızdan tek bir kelime çıkmamış.
Birden tedirgin olup, acaba konuşmayı unutmuş olabilir miyim diye
düşünüyorsunuz ve hemen birkaç kelime söylüyorsunuz. Hem de söylemesi ve
hatırlaması zor olanlardan seçmeye çalışıyorsunuz. Baktınız ki
söyleyebiliyorsunuz, hemen sırtınızı dönüp, uyumaya devam ediyorsunuz. Ha! Eğer
dışarı çıkmışsanız gün içinde, o zaman sipariş vermek dışında bir şey
söylemediğinizi düşünüyorsunuz ama bu sefer biraz şanslısınız. En azından,
sesinizin veya konuşma yetinizin kaybolmadığını bildiğiniz için, hemen dönüp
uyumaya devam ediyorsunuz.
Ha! Bir de; akşam olmuş,
yorgunsunuz sonuçta, çalışmışsınız, para kazanıyorsunuz, işten çıkmışsınız, eve
geldiniz, arabanızı otoparka bırakmışsınız, cepte para var, biraz alış veriş
yapmışsınız, eşyalar güzel, zevkli döşenmiş bir eve girmişsiniz. Tek başınıza!
Mutfağa giriyorsunuz, alelacele bir şeyler hazırlıyorsunuz. Televizyonun
karşısına yerleşip, yiyorsunuz, neyse o hazırladığınız. Muhtemelen, basit,
hızlı tüketim bir şey. E hadi gücünüz yetti, kalkıp bulaşıklarınızı da mutfağa
götürdünüz ve hatta yıkadınız. Belki bir kahve yapıp, yine geldiniz televizyon
karşısına. Kahve bitti ama siz de bittiniz, göz kapaklarınız kapanıyor, biraz
uzanmak geçiyor içinizden, kırlenti düzeltip, kumandayı ve telefonunuzu
yanınıza çekip, kafanızı koyuyorsunuz kırlente ve birkaç dakika içinde tilki
uykusuna giriyorsunuz. Televizyondan bazı sesler var, duyuyor ama her zaman
algılayamıyorsunuz. Sonra bir müzik, film, spor programı sesi ile gözleriniz
açılıyor. Biraz kendinize gelmişsiniz. Demek ki, on, on beş dakika kadar
uyumuşsunuz. E doğal olarak saat arıyor gözleriniz ama televizyon ışığı
yetmiyor saati görmenize. Telefonunuzu arıyorsunuz, birden gözleriniz uykulu
küçük halinden fal taşı modeline dönüyor. O da ne! Saat üçü geçiyor. E yarın iş
var, saat üç ve siz uykudan uyanmışsınız. Kendinize gelince fark ediyorsunuz
ki, sırtınız buz gibi, ayaklarınız donmuş, gerçi bu kadar abartmayalım, para
var dedik, kaloriferler güzel ısıtıyor ama işte üstünüze bir battaniye öretecek
ya da sizi çok geçmeden uyandırıp, yatağınıza gönderecek ya da kolunuza girip,
yatağınıza kadar size eşlik edecek, belki yatırırken yanağınıza bir küçük
öpücük konduracak kimse yok yanınızda. Ne de olsa konumuz yalnızlık!
Ha! Unutmadan, telefon çalıyor,
akrabalardan biri arıyor. Akrabalarınız var canım! O kadar da yalnız
değilsiniz. Diyor ki, ameliyat olacakmış. Ya da ağır bir hastalık geçirmiş, en
kötüsü de … İşte o an, güzel olmayan şeyi ilk duyduğunuzda, sevdiğiniz birinin
başına kötü bir durum geldiği o anı ilk hissettiğinizde, o acı içinizi öyle bir
kaplar ki! Hemen biri ile paylaşarak acınızı hafifletmek istersiniz. Ne de
olsa, acılar, dertler, kederler, paylaşarak azalır demişler. Ama telefonu
kapatınca, paylaşacak kimsenin olmaması, o koca, boş, dört duvar arasında,
içinizdeki acıyı paylaşacak, haykırmalarınıza derman olacak, elinizi tutup,
başınızı göğsüne yaslayacak kimsenin olmaması, gözünüzden akan o tek damla yaşı
silecek bir eli tutamamak. İşte dostum en acısı da bu. Ayrıca, mutluluklar da
paylaşarak çoğalır diyorlarmış. Belki o telefon çok mutlu bir haberi duyurdu
size ama işte bu seferde içinizi dolduran o mutluluk, o huzur, o sevinç,
paylaşacak kimseniz olmadığı için bir anda sizi öyle bir içten içe basınçla
doldurur ki! Patlarsınız...
İşte dostum. Yalnızlık, yalnızca,
yalnıza yalnızlığını hatırlatır…
Öncelikle bloğunuz hayırlı olsun. Yalnızlıkla ilgili yazınızı okudum. Yüreğe dokunan içli satırlar, yer yer can yakıcı tespitler gördüm. Tebrik eder, bu güzel yazıların devamını dilerim....
YanıtlaSilGüzel ifade etmişsin tebrik ederim
YanıtlaSil