Karanlık, soğuk ve puslu bir şehir akşamında, otel odası yalnızlığını yaşayan adam, telefona sarıldı. Yalnızlığını paylaşmak için arayacağı kimse yoktu aslında ama telefon rehberinde gezindi durdu. Parmağı bir isim üzerinde takılı kaldı. Dokunsa arayacağı ancak aramak istemesine rağmen aramasının bir anlamı olmayacağını bildiği kadının ismi üzerinde parmağını gezdirdi. Sanki parmağı soğuk bir telefon ekranı üzerinde değil de âşık olduğu kadının dudaklarında geziyormuşçasına hayallere daldı.
Hayallerinden sıyrıldığında, elinde tuttuğu telefonun çaldığını hissetti. Küçük bir kendine gelme anı sonrası ekranda âşık olduğu kadının adını görünce, kalbi rutin dışı atmaya başladı. Heyecandan telefonu açmakta gecikti ancak kadın telefonu kapamadan hemen önce açtı ve kısık ve heyecandan zor duyulan bir sesle “alo” diyebildi.
Telefondaki ses, onu aradığı halde neden konuşmadığını sordu. Küçük bir iki şakalaşma sonunda telefonu kapadıklarında, adamın kalbi bu sefer de umutsuz ve mutsuz bir şekilde çarpmaya başladı. Beklediği konuşma olmamıştı. Nasıl olsun ki? Hayallere daldığında parmağı yanlışlıkla arama yapmış, kadın ses verdiği halde karşılığını alamamış bu nedenle de geri dönüş yapmıştı. Hâlbuki adam ne hayaller ile açmıştı o telefonu.
Gerçek dünyaya döndüğünde, kalbinde bir huzursuzluk, gözünden dökülen bir küçük damla gözyaşı vardı adamın. Oturduğu yerden kalktı ve camdan dışarı baktı. Soğuktan dolayı iyice birbirine sokulmuş, el ele gezen insanları gördü. Ne zaman diye geçirdi içinden. Otel odasına döndü yüzünü, yalnızdı odada. Bir yatak, bir televizyon, birkaç mobilya. Lüks sayılabilecek bir odada yalnızlığını yaşıyordu.
İnsanın âşık olduğu birine sarılamaması, onu sevdiğini söyleyememesi, ne kadar zordur bilir misiniz? Hani bir tabir vardır, “iliklerimde hissettim” işte adam, kadını, bu güne kadar ona hiç dokunmamış olmasına rağmen, gülüşündeki güzelliğe vurularak, ta iliklerinde hissediyordu. Ona sarıldığını, ellerini ellerine aldığını, başını omzuna yasladığını, sevgilerini paylaştıklarını, dudaklarında dudaklarını gezdirdiğini, sevinçlerini, kederlerini paylaştıklarını her şeyi ama her şeyi yüreğinin ta içinde, iliklerinde hissedebiliyordu.
Bu aşk mıydı? Gelip geçici bir heves miydi? “Hayır” diyordu kendi kendine adam. Bu aşktı. Kadını kaybetmekten korkmak, bir daha onu görememek korkusunu hissedebilmek, her an onu düşünebilmek, gelip geçici bir heves olamazdı. Onunla bir aile kurmayı düşleyebilmek, çocuklarına sarıldıklarını hayal edebilmek. Kesinlikle bu bir heves, bir alışkanlık değildi. Bu tamamen aşkın tanımı değil miydi?
Peki, bu kadar kuvvetli bir aşka rağmen, neden hala birbirlerinden uzaktılar? Neden birbirlerine dokunamıyorlardı? Çalışırken oldukça yakın olmalarına rağmen, kokusunu içine çekebiliyorken, neden aralarında duvarlar, kilometrelerce mesafede uzaklıklar bulunuyordu. Neden kimse birbirine “sana aşığım”, “seni seviyorum”, “sensiz olamam” demiyordu. Diyemiyordu. Adamın tek bir korkusu vardı, ya hisleri karşılık görmüyorsa. Ya “hayır” cevabını alırsa. Erkek olmanın en zor tarafı bu muydu? Bilemiyordu. Ama adamın atladığı asıl nokta, kuvvetli aşk, tek taraflıydı. Kadın onu bir âşık olarak görmüyordu. Gülün bülbüle olan aşkı değildi kadındaki, bülbülün güle olan alışkanlığıydı sadece.
İşte adam bunu biliyor olmasına rağmen, kendine bile itiraf edemiyorken, nasıl kadının karşısına geçip, “seni seviyorum” diyebilirdi ki.
İşte bu duygularla, adam kendinden geçmiş ve uykuya dalmıştı. Karanlık, soğuk ve puslu bir şehir akşamında, otel odası yalnızlığını paylaşmıştı yine kendisi ile. Sabah olduğunda yeni bir gün, yeni bir umutla koşarak işlerini halletmek üzere çıktı otel odasından. Bir an önce ayrılmak istiyordu âşık olduğu kadının bulunduğu şehirden, yalnızlığını doya doya yaşayabildiği, kimsenin kendisini yaralayamayacağını düşündüğü, kendi küçük dünyasının bulunduğu şehre gitmek istiyordu.
Gitti de. Ancak âşık olduğu kadın da o küçük dünyadaydı. Yine gözleri gözlerinde, elleri yakınlığına rağmen uzak, içinde fırtınalar kopar bir şekilde yaşamaya devam etti.
Gömdü aşkını içine, yalnızlığına ağladı, sevilmeyi hissedemediğine de..
Hayallerinden sıyrıldığında, elinde tuttuğu telefonun çaldığını hissetti. Küçük bir kendine gelme anı sonrası ekranda âşık olduğu kadının adını görünce, kalbi rutin dışı atmaya başladı. Heyecandan telefonu açmakta gecikti ancak kadın telefonu kapamadan hemen önce açtı ve kısık ve heyecandan zor duyulan bir sesle “alo” diyebildi.
Telefondaki ses, onu aradığı halde neden konuşmadığını sordu. Küçük bir iki şakalaşma sonunda telefonu kapadıklarında, adamın kalbi bu sefer de umutsuz ve mutsuz bir şekilde çarpmaya başladı. Beklediği konuşma olmamıştı. Nasıl olsun ki? Hayallere daldığında parmağı yanlışlıkla arama yapmış, kadın ses verdiği halde karşılığını alamamış bu nedenle de geri dönüş yapmıştı. Hâlbuki adam ne hayaller ile açmıştı o telefonu.
Gerçek dünyaya döndüğünde, kalbinde bir huzursuzluk, gözünden dökülen bir küçük damla gözyaşı vardı adamın. Oturduğu yerden kalktı ve camdan dışarı baktı. Soğuktan dolayı iyice birbirine sokulmuş, el ele gezen insanları gördü. Ne zaman diye geçirdi içinden. Otel odasına döndü yüzünü, yalnızdı odada. Bir yatak, bir televizyon, birkaç mobilya. Lüks sayılabilecek bir odada yalnızlığını yaşıyordu.
İnsanın âşık olduğu birine sarılamaması, onu sevdiğini söyleyememesi, ne kadar zordur bilir misiniz? Hani bir tabir vardır, “iliklerimde hissettim” işte adam, kadını, bu güne kadar ona hiç dokunmamış olmasına rağmen, gülüşündeki güzelliğe vurularak, ta iliklerinde hissediyordu. Ona sarıldığını, ellerini ellerine aldığını, başını omzuna yasladığını, sevgilerini paylaştıklarını, dudaklarında dudaklarını gezdirdiğini, sevinçlerini, kederlerini paylaştıklarını her şeyi ama her şeyi yüreğinin ta içinde, iliklerinde hissedebiliyordu.
Bu aşk mıydı? Gelip geçici bir heves miydi? “Hayır” diyordu kendi kendine adam. Bu aşktı. Kadını kaybetmekten korkmak, bir daha onu görememek korkusunu hissedebilmek, her an onu düşünebilmek, gelip geçici bir heves olamazdı. Onunla bir aile kurmayı düşleyebilmek, çocuklarına sarıldıklarını hayal edebilmek. Kesinlikle bu bir heves, bir alışkanlık değildi. Bu tamamen aşkın tanımı değil miydi?
Peki, bu kadar kuvvetli bir aşka rağmen, neden hala birbirlerinden uzaktılar? Neden birbirlerine dokunamıyorlardı? Çalışırken oldukça yakın olmalarına rağmen, kokusunu içine çekebiliyorken, neden aralarında duvarlar, kilometrelerce mesafede uzaklıklar bulunuyordu. Neden kimse birbirine “sana aşığım”, “seni seviyorum”, “sensiz olamam” demiyordu. Diyemiyordu. Adamın tek bir korkusu vardı, ya hisleri karşılık görmüyorsa. Ya “hayır” cevabını alırsa. Erkek olmanın en zor tarafı bu muydu? Bilemiyordu. Ama adamın atladığı asıl nokta, kuvvetli aşk, tek taraflıydı. Kadın onu bir âşık olarak görmüyordu. Gülün bülbüle olan aşkı değildi kadındaki, bülbülün güle olan alışkanlığıydı sadece.
İşte adam bunu biliyor olmasına rağmen, kendine bile itiraf edemiyorken, nasıl kadının karşısına geçip, “seni seviyorum” diyebilirdi ki.
İşte bu duygularla, adam kendinden geçmiş ve uykuya dalmıştı. Karanlık, soğuk ve puslu bir şehir akşamında, otel odası yalnızlığını paylaşmıştı yine kendisi ile. Sabah olduğunda yeni bir gün, yeni bir umutla koşarak işlerini halletmek üzere çıktı otel odasından. Bir an önce ayrılmak istiyordu âşık olduğu kadının bulunduğu şehirden, yalnızlığını doya doya yaşayabildiği, kimsenin kendisini yaralayamayacağını düşündüğü, kendi küçük dünyasının bulunduğu şehre gitmek istiyordu.
Gitti de. Ancak âşık olduğu kadın da o küçük dünyadaydı. Yine gözleri gözlerinde, elleri yakınlığına rağmen uzak, içinde fırtınalar kopar bir şekilde yaşamaya devam etti.
Gömdü aşkını içine, yalnızlığına ağladı, sevilmeyi hissedemediğine de..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder