Çay bardakları henüz doluydu. Bitmesini beklemek zorunda olduğun fark etmişti. Yüzünde, bir an önce kafasındaki soruları sorup cevabını almak istercesine bir ifade olduğu çok açıktı. Bekledi. Bekledi. En sonunda dayanamayarak, görüşmenin ortasına girdi. Kafasındaki, kendince en önemli olan, sorusunu çekti ve sordu. İki arkadaş, nezaketen görüşmelerini yarıda kesip kadının sorusunu cevapladılar ve yine kendi sohbetlerine geri döndüler. Ancak, soruları ile beyninin içini yiyen kadın dayanamadı, araya girerek diğer sorularını da sormaya başladı.
İki arkadaştan birisi, o adam, baktı ki kendi görüşmeleri temel olarak sonuca ulaştı, konuyu detaylandırırlarsa, kadıncağız aceleden kendini yiyecek, pes etti ve iyi günler dileyerek odadan çıktı. Binadan da ayrılıp, Gebze’ye doğru yola çıktı. Arabasında giderken hiç düşünmedi. Kimdi o kadın? Nereden gelmişti? Önemsenmeli miydi? O gün o kadın orada kaldı. İlk intiba çok netti. Kadın için öncelik işti. Bu öncelik içerisinde de her şeyi yapabilecekti. Aynı zamanda soğuktu. Hatta belki biraz da saygısız, bencil, umursamaz. Güzel miydi? O güne döndüğünde, bu sorunun cevabını bu gün hatırlamıyordu. Bu güne bakıp bu güne cevap vermesi gerekirse de hayatının geri kalanını paylaşabileceğini hissettiği bir insanın güzelliğini anlatmaya sanırım gerek duyulmazdı.
Günler günleri kovaladı. İş hayatının ve kaderin kendince yaptığı cilveler ve ördüğü ağlar sonunda, hiç aklında yokken, birden aklına ve kalbine düştü o kadın, o adamın. Acaba, o adam da düşmüş müydü, o kadının aklına ve kalbine?
Yan yana düştükleri anlar oluyordu. Toplantılar, çalışma grupları, küçük kahve molaları. Sigara kaçamakları. Aslında, birbirlerinin farkında değillerdi. Hani derler ya, dışardan iki göz daha iyi yorumlar sizi. İşte öyle bir şekilde, dışarıdan iki gözün ortaya attığı bir düşüncenin gelişimi, bu güne getirdi o adamı ve o kadını (?).
Adam gibi adam arayan bir kadının, sevmeyi ve sevilmeyi arayan adamın buluşmasıydı belki de bu hikâyenin başlangıcı. Buluşması mı? Tamam, henüz buluşamamış olabilirler, hatta belki de hiç buluşamayacaklar ama ortada bir hikâye vardı ve bu hikâye başlamıştı anlatılmaya. Sonu mutlu son mu değil mi bilinmiyordu. Ama hikâye o adamın tek kişilik hikâyesiydi aslında. Her zaman olduğu gibi yalnızlığı ile yazılmaya başlanmış bir hikâye…
Aslında o kadının iş kolikliği dikkat çekiyordu ama o adamın da en az o kadın kadar iş kolik olduğu yadsınamaz bir gerçeklikti. Elbette aralarında bir fark vardı. O adam eskisi kadar iş kolik olmak zorunda değildi. Yaralarını sarmış, en azından kanamalarını durdurmuş, olgunlaşmış, beklentilerini azaltmıştı hayattan. Ama kadın biraz farklıydı. Hırslıydı, arayıştaydı, detaycıydı, mükemmeliyetçiydi ve en önemlisi, hayattan aldığı derin yaralarının acısını saklamak, umutsuzluğunu gizlemek için kendini işine adamıştı. Belki aradığını bulsa, o yumuşak omuza başını koyabilse, kendisini bırakacak, önce gözlerinden yaşlar boşalacak ve bir daha umutsuzluğu tatmayacaktı. Elleri üşüyordu. Kendisi ısıtabiliyordu ellerini ama yorulmuştu. Ellerini ısıtabilecek, hayata umutla yeniden sarılmasına sebep olacak o adamı arıyordu. Bulmuş muydu?
Bu sorunun cevabı bu hikâyede yok!
Gözler kalbin aynasıdır derler, kesinlikle öyle. Sürekli bir panik havası vardı bakışlarda. Sert ve sorgulayıcı tavrının altında, dokunsanız ağlayacak, kırılgan, minik ve çok hassas bir kalbe sahip olduğu belliydi. Ama yüzüne baktığınızda ilk aklınıza gelen, sert ve soğuk ancak dikkat çekici güzellikteki bakışlar. Ama şu bir gerçek ki, gülünce gözlerinin içi gülüyordu sanki. Bir insan, güldüğü zaman bu kadar mı değişebilirdi. Sonuç, gülmek o kadına yakışıyordu. Gülmeye ne kadar da ihtiyacı vardı. O kadına sarılacak adamın işi zordu bu yüzden. O kadını sürekli gülümsetmek zorundaydı. Mutlu olmayı hak eden bir kadındı. Ağlatılmamalıydı. O adam bunun farkındaydı.
Dedik ya! Hikâye başlamıştı ama sonu belli değildi. O kadın da merak ediyor muydu sonunu? Hikâye bir gün elbet bitecekti. Sonu nasıl olacak diye merak edilecekti.
Ama hikâyenin sonu belliydi aslında…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder