3 Şubat 2016 Çarşamba

Çamlıca TV Vericisine

Yazım Tarihi: 18.10.1996
Dünyanın en güzeli... - 1   
Tarih, on sekiz Ekim, saat 15:48, Abdi İpekçi Öğrenci Yurdu’nun tozlu, kırık camlı 7.etüdünde, masamda oturmuş sigaramı keyifle tüttürürken, İstanbul Boğazı’nın güzelliğinde kendimi sorguluyordum. Hava kapalı, dışarıda belediyenin kompresörünün çirkin sesi, etütte kapıyı sert kapayan, ıslık çalan, bağrışan insanlar. Bu sırada, gözlerim güneşi ararken, Çamlıca Tepesi’ndeki TV vericisine takıldı.
            
Bundan yaklaşık 10 sene öncesine kadar, tek başına o tepede duran verici, şimdilerde kendisine komşu diğer tepelerde, sayısı her gün daha da artan, eften püften vericilerle yan yana boğazı seyrediyordu fakat diğerlerinden bir farkı vardı. O, bu tepelerin en eski sahibiydi. Oraya konulduğundan bu yana görevini sürekli yerine getirmenin gururuyla, göğsü kabarık bir şekilde İstanbul’u seyrediyordu. Kim bilir, neler görmüş geçirmişti, neler duymuştu fakat kimselere söyleyemiyor, sır gibi içinde saklıyordu.
           
Çok üzgün gözlerle bakıyordu insanlara, İstanbul’un yok edilişine karşı bir şey yapmak gelmiyordu elinden. Halbuki o ne rüzgarlara, ne fırtınalara, ne yıldırımlara boyun eğmişti, hatta kuşların yaptıklarına bile sesini çıkartmamıştı fakat bu seferki farklıydı. Yıllardır alıştığı görüntüler, renkler, sesler ve yüzler değişmeye başlamıştı. Yeşil; kiremite, kuş sesleri; motor seslerine, vapur düdüğü; araba kornalarına dönüşüyordu. Kısacası yaşam kaynağını kaybediyordu yavaş yavaş. İnsanlar ve kültürler yozlaşıyordu. Kimse onun gördüğünü göremiyordu, ne de olsa eski topraktı o.
            
Düşündü, bu gidişe dur diyebilmek için ne yapabileceğini bulmaya çabalıyordu. Keşke bir yeteneği olsa da, insanlara televizyonlarından, İstanbul’un yok oluşunu seyrettirebilseydi ve onları bir illüzyonist gibi etkileyerek talimatlarını uygulatabileceği varlıklara çevirebilseydi diye geçirdi içinden.

Sonra kendine geldi bir anda, saçmalamaya başladığını fark etti ve kimseye muhtaç olmadığını hissederek kendisinin bir şeyler yapması gerektiğini düşündü. Ayaklanıp yola düşmenin vaktidir diyerek harekete geçiyordu ki, yerinden kımıldayamadı. Hatırladı, o hareket edebilen bir canlı değildi. İşte o zaman yıkıldı ve başını göğe kaldırırken gözleri, Abdi Palas’ın camlarından onu seyreden, beni yakaladı.

Gururlu fakat buruk gözlerle bana baktı. Düşündüklerini hissettiğimi anlamış olacak ki, hadi, benim yerime sen harekete geç dercesine bana baktı ve o an güneşin ışıkları o’nun üzerinden gözükmeye başladı.
            
İşte o gün bu gündür, artık sorunları dile getirmektense, çözüm üretmek için çalışıyorum.
            
Hem İstanbul hem de Türkiye için.   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

BAHAR'I SEV... Ben sevmem ne kışı ne de bembeyaz karları… Kartopu oynayanlar, kardan adam yapanlar, neşeli çocuklar bir yana. Ocağı ...